Mehmetçik tabiri ilk kez o gün duyuldu…
Peygamber Efendimiz’in türbesine gidip ağlaya ağlaya dua ediyor, kutsal toprakların kurtuluşu için Allahu Teala’ya yalvarıyordu. 1918 Nisanının ikinci Cuma günü Mescid-i Nebevî’de hutbeyi bizzat kendisi okudu. Bu O’nun son hutbesiydi. Başına beyaz sarığını, göğsüne Türk bayrağını sararak Peygamber mimberine çıkıp, tıpkı Peygamberimizin hitabı gibi başlamıştı hutbesine. Ve bu son hutbesini şu cümlelerle tamamladı: “YA RASÛLALLAH! BİZ SENİ BIRAKAMAYIZ“
Birinci Cihan Harbi’nde dört bir yandan saldıran bütün dünya ülkelerine karşı Türk askeri bir çok cephede savaşmak zorunda kalmıştı. Düşmanla birlikte her türlü imkansızlıklarla da savaşan Osmanlı Devleti’ne karşı bu kargaşayı fırsat bilen hainler de birer birer isyan etmeye başladılar. Bu isyancılardan biri de, İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin idi. İsyan haberi İstanbul’dan duyulunca 4. Ordu kumandanı Cemal Paşa, 28 Mayıs 1916′da Medine’ye, oraya yakışan bir kumandan gönderdi: Fahreddin Paşa…
3 Hazîran 1916′da Medîne’ye ulaşan tüm demiryollarını ve telgraf hatlarını imha ederek şehrin ulaşımını ve iletişimini kesip, çölün ortasında hapseden Şerif Hüseyin ve 4 oğlu, Fahreddin Paşa’yı ve askerlerini de Medîne’ye hapsetmiş oldu. 5-6 Hazîran gecesi Medîne karakollarına da saldıran asîler 50 bin kişiden fazla, buna karşılık bütün Hicaz bölgesindeki Türk askeri ise sadece 15 bin kişiydi.
LAWRENCE, RAY PARÇASI GETİRENE ALTIN DAĞITTI
Mekke Muhafızı (Valisi) Galip Paşa’nın hakimiyeti sağlayamaması sebebiyle asîler 16 Hazîran 1916 da Cidde’ye, 7 Temmuzda Mekke’ye, 22 Eylülde Taif’e girdiler. Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medîne dışında tüm Hicaz yarımadası isyancıların eline geçti. Tek direnen şehir Medîne idi. Şerif Hüseyin’in en büyük destekçisi olan İngiliz ajanı Lawrence, çöl bedevîlerini parayla kandırıyor, Sultan Hamid’in yaptırdığı Hicaz demiryollarından kim bir parça demir söküp getirirse, getirdiği demirleri altunlarla satın alıyordu. Böylelikle Medîne’yi Sûriye’ye bağlayan demiryolu hattı tamamen tahrip oldu. Böylece şehre erzak ve silah sevkiyatı engellenmiş oldu. Aynı hızda telgraf telleri de tahrip edilerek payitaht İstanbul’la iletişim kopartıldı.
İsyancılar Medîne Kalesi’ni de kuşatınca Türk askerleriyle çetin bir mücadele başladı. Bu sırada Mısır ve Filistin cephesindeki Kanal Harekatı da devam ettiği için Osmanlı Devleti, Hicaz için takviye güç gönderemiyordu. İstanbul hükümeti, kuşatma öncesi Fahreddin Paşa’dan, kaleyi tahliye etmesini istemiş fakat Paşa’dan şu cevabı almıştı: “Medîne Kalesi’ndeki Türk Bayrağı’nı ben indiremem. Bunun için başka birini vazifelendirmeniz gerekecek.”
Kızgın güneşin altındaki cehennem sıcağında bir damla suya hasret kalmış Türk askeri peygamber şehrinin, İngilizler ve uşaklarının eline geçmemesi için var gücüyle savaşıyor, birçoğu düşman kurşunuyla değil, şartların zorluğuyla ruhunu teslîm ediyordu. Her gün en az 5 asker hastalıktan, açlıktan, güneş çarpmasından vefat ediyor, Cennetül-Bakî mezarlığına defnediliyordu. Buna rağmen başta Fahreddin Paşa olmak üzere hiçbir Türk askeri, Medîne’yi terkedip gitmeyi düşünmüyordu.
Fahreddin Paşa bu hengamede ilk iş olarak Peygamberimizin türbesindeki kutsal emanetleri korumayı düşündü. İngilizlerin, Rasûlüllah’ın türbesini yağmalamalarından endişe etmesi sebebiyle, Osmanlı sultanlarının her sene hac kafileleriyle Ravza-i Tahire’ye gönderdikleri hediyelerle birlikte türbedeki kutsal emanetleri toplayıp, 2.000 kişilik bir muhafız alayıyla İstanbul’a gönderdi. Şu an Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler ve Hazîne Dairesi’ndeki birçok emanet, Fahreddin Paşa’nın Medîne’den gönderdiği emanetlerdir.
Medîne ve çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet şeridi oluşturan Fahreddin Paşa, son derece kısıtlı imkanlarla 2 yıl 7 ay boyunca Medîne’yi savunmaya devam etti. Bu süre zarfında hiçbir yardım gelmediği için askerler çekirge yiyerek hayatta kalmaya çalıştılar.1. Cihan Harbi sonunda imzalanan Mondros mütarekesine göre Medîne’yi teslîm etmesi gereken Fahreddin Paşa anlaşmaya karşı gelerek, gücünün son raddesine kadar İngilizler ve onların kuklası olan bedevî isyancılara direndi.
ZOR GÜNLER: ÇEKİRGE YİYİN
Çevreyle irtibatı tamamen kesilen ve çölün ortasına hapsedilen Medîne’yi teslim etmemekte direnen Fahreddin Paşa, büyük ihtiyat tedbirleri almış, tarlalar ve hurma bahçelerini koruma altına almış, el-Ayun’da 6 ton buğday ektirmiş, kuyular açtırmış, çeşmeler yaptırmış, tek bir hurmanın dahi dışarıya çıkmasına izin vermemişti. Fakat öyle bir zaman geldi ki; etrafı kuşatılan ve hiçbir yerden yardım alamayan şehirde askerler ve yerli halk, açlık, susuzluk ve hastalıktan kırılmaya başladı. Cephane iyice azalmıştı. 9 Ekim 1918′de verilen bir emirle, et yerine pirinç lapası, ekmek yerine de peksimet verilmeye başlandı. İlaç ve gıda yokluğu, hastalıkları salgın haline getirmiş, ilaç olmadığından iskorpite karşı soğan sarımsak yenmesi ve sirke içilmesi, sıtmaya karşı da günde 2 kez kinin içilmesi emredilmişti. Hatta Fahreddin Paşa, emrindeki askerlere şu talimatı yollamak zorunda kaldı: “Tek bir hurma dahi Medîne dışına çıkmayacak. Ölen hayvanların kemiklerinden, kemik tozu üretilecek, temizlikte sabun yerine kül kullanılacak. Çok mecbur kalınmadıkça tek bir mermi dahi atılmayacak. Mümkün olduğunca hançerle kılıçla mücadele verilecek. Bedevîlerden yiyecek ve giyecek satın almak için uğraşılacak.”
Hatta Medîne’de çokça bulunan çekirgelerin yenmesini tavsiye eden Fahreddin Paşa, çekirgeleri hekimlere tetkik ettirdiğini söylüyor, bedevîlerin dayanıklı olmalarını çekirge yemelerine bağlıyordu. Fakat zor günler had safhaya varınca şehri tahliye etmekten başka çare bulamayan Fahreddin Paşa ilk iş olarak (Medîne’ye sığınmış olan) Mekke Emîri Şerif Ali Haydar Paşa ve ailesiyle birlikte 3-4 bin kişilik yerli halkı Medîne’den uğurladı.
YA RESÜLALLAH! BİZ SENİ BIRAKAMAYIZ
O günlerde sürekli Peygamber Efendimiz’in türbesine gidip ağlaya ağlaya dua ediyor, kutsal toprakların kurtuluşu için Allahu Teala’ya yalvarıyordu. 1918 Nisanının ikinci Cuma günü Mescid-i Nebevî’de hutbeyi bizzat kendisi okudu. Bu O’nun son hutbesiydi. Başına beyaz sarığını, göğsüne Türk bayrağını sararak Peygamber mimberine çıkıp, tıpkı Peygamberimizin hitabı gibi başlamıştı hutbesine:
“Ey İnsanlar! Size 1300 yıl öncesinin bu kubbeleri çınlatan ilahî mukaddes sesiyle hitap ediyorum. Ve mübarek kabrinde hayatta olan Peygamber-i Zîşanımız Hz. Muhammed (SAS) huzurunda ahd-i peyman ederek diyorum ki; Biz ne kadar kuvvetli düşmanlar karşısında bulunursak bulunalım, Allahü Teala’nın izni ve Resûlü Ekremi’nin şefaati ile zerre kadar fütur getirmeden, mukaddes bildiğimiz mücadelemize devam edeceğiz… Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zabitleri! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş cesur Mehmetçiklerim! Kardeşlerim! Evlatlarım! Gelip hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşû ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberinin karşısında hep beraber aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki:
MEHMETÇİK TABİRİ İLK KEZ ORADA KULLANILDI
Fahreddin Paşa son cümlesini söylerken sanki o anda gök gürlemiş, yer yerinden oynamıştı. Ahd-i Peyman nidaları kubbelerde çınladı. Minberden inerken dizlerinin bağı çözülen paşa, kendisini “Mehmetçiklerim” dediği askerlerinin kollarında buldu.
Mehmetçik” tabiri, ilk defa Medine Muhafızı Ömer Fahreddin Paşa tarafından kullanılmıştı. Türk askerinin Resulullah Efendimize nisbetini ifade eden bu güzel isim, o günden bugüne halkımız ve ordu tarafından yürekten benimsenerek kullanılagelmiştir.
İDAMA MAHKUM EDİLDİ
Fahreddin Paşa, Mondros mütarekesinden sonra Medîne’yi teslim etmemekte etmemek için 72 gün direnmişti. 27 Ocak 1919 da İngilizler tarafından savaş esîri olarak Mısır’a götürüldü. 5 Ağustosta Malta’ya sürgün edildi. Malta’nın Fort Salvadore Kışlası’nda 2 yıl 33 gün tutuklu kaldı. Esaret yıllarında dahi, İngilizlerin tüm zorlamalarına rağmen askerî üniformalarını hiçbir zaman üzerinden çıkarmamıştı. İngilizlerin, İstanbul’da savaş suçlularını yargılamak için kurdurduğu Nemrud Mustafa Divan-ı Harb’i diye isimlendirilen mahkeme tarafından îdama mahkûm edildi. 8 Nisan 1921 de Malta’dan kurtulan Fahreddin Paşa, Berlin’de karşılaştığı Enver Paşa’nın davetiyle Moskova’ya gitti. 2 Ağustos 1921 de Sarp sınır kapısından Türkiye’ye döndüğünde Kazım Karabekir Paşa tarafından askerî merasimle karşılandı. Ankara’ya geldiğinde de Mustafa Kemal, etrafındakilere “Sağlığında adını tarihe altun harflerle yazdıran kahraman” diye takdim etmişti Fahreddin Paşa’yı. 9 Kasım 1921 de Afganistan büyükelçisi oldu. 12 Mayıs 1926 da tekrar Türkiye’ye döndü. Askerî Yargıtay Divanı ikinci başkanlığı da yapan Paşa, 5 Şubat 1936 da tümgeneral rütbesinden emekli oldu. 22 Kasım 1948 de 80 yaşında iken trenle Ankara’ya gittiği esnada Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat etti. Vasiyeti üzerine Rumelihisarı Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi. 4 çocuğundan ikisi askerliği seçerek general oldular.
KENDİSİNE VALİ DEĞİL MUHAFIZ DEDİ
Fahreddin Paşa her ne kadar Osmanlının son medîne valisi olarak bilinse de, hiçbir zaman bu unvanı kullanmamıştı. Zîra, Medîne peygamber şehriydi. Bu sebeple oraya gönderilen valiye dahi, şehrin hakimi anlamına gelen vali unvanını edebe mugayir gören ecdad, “Medîne Valisi” yerine “Medîne Muhafızı” unvanını kullanmıştı. Yine bir başka saygı buudunu da sancak dikme mevzuunda görüyoruz. Osmanlı Devleti Sultan Abdülaziz dönemine kadar Mekke ve Medine’ye Osmanlı sancağı dikmemiştir. Zîra onlar bu iki kutsal şehrin hakimi değil, daima hadimleri olarak görmüşlerdir kendilerini.
Fahreddin Paşa’ya Çöl Kaplanı lakabını veren, Hicaz Savaşları esnasında Arap bedevîsi kisvesinde, bedevîleri peşine takarak Türklerin amansız başdüşmanı olan İngiliz casus Lawrence idi. Lawrence, yardımcıları Şerif Hüseyin, Faysal ve Nuri Said ile birlikte Şam’daki Türkleri katlettikten sonra şöyle bir îtirafta bulunmuştu: “Evet, onları isyana ben kışkırttım. Ama böylesine vahşîce kan dökeceklerini hiç tahmin etmemiştim. Bazı mahalleleri gezerken, silahsız Türk askerlerinin nasıl öldürüldüklerine bakamadım. Tiksindim bu vahşetten.” Şerif Hüseyin ise çok arzu ettiği krallık tacına kavuşamadan bür süre sonra kendini sürgünde bulmuş, Osmanlı’ya isyan ettiği için çoktan pişman olmuştu.
M.Emin Ozler